Fikir ve hayal dünyamızın tartışılmaz en
kuvvetli düşünür ve yazarlarından birisi de Akif’ti. Hayatını mutlak hakikatın
aydınlığını insanlarla paylaşmaya, öğretmeyi adamıştı. Hem bedenen hem fikren
kendini adadığı bu düşünce doğrultusunda şiiri bir araç olarak görmüş ve en iyi
şekilde kullanmıştır. Ailesinden, çevresinden aldığını yoğurmuş, en mükemmel
kelimelerle halkına aktarmıştır.
Düşünmek demek; sadece belli bir kesime
hitap etmemek demektir. Türk milletinin derdiyle dertlenen, sevinciyle sevinen,
zaferiyle övünen bütün fikir kahramanları kimince cesurca baltalanmakta,
kimince abartılarak göklere çıkarılmaktadır. Bizi saplantılara, toplu hipnoza
sürükleyen zihniyet işte budur. lakin burada durup düşünebilmek, araştırıp
sorgulayabilmek çok önemlidir. Akif’in en önemli özelliği varlığımızı saran
bizlerin yaşam gayesi olan maneviyatımızda tetikleyici görevi görmesidir. O
bize yeni düşünceler vermekten ziyade zaten sahip olduğunu iddia ettiğimiz
değerleri hatırlatarak, bizleri hakkaniyetin tam aydınlığına davet eder. Üstadın
ortaya çıkmasına vesile olan durum da dönemin şartları ve ihtiyacıydı. Halkımızın
zor günlerini bu derece güzel betimleyebilen bir yazara olan ihtiyacı ve
insanları özgürlük, bağımsızlık konusunda teşvik eden bir şair ancak o derece
zor günlerde ortaya çıkardı.
Mehmet Akif'in şiir deneylerine lise
öğrenimi sırasında başlamıştır. Veteriner okulundayken Ziya Paşa’yı, Namık
Kemal’i ve özellikle Muallim Naci’yi severek okumuştur.
İstanbul'un muhafazakâr bir semti olan Fatih'te
büyümüştür. Belki de hayatının en büyük şansı işte budur. Babasının dini
duygularının kuvvetli ve belirgin bir âlim olması onun gelecekte şekillenecek
düşüncelerini etkilemiştir. Kutlu mübarek direnişimizin, yedi düvele karşı
girişmiş olduğumuz kurtuluş mücadelesinin İstiklal Marşı'nı yazmış ve
milletimize armağan etmiş olan bu kutlu dava adamına vefa göstermek, Müslüman Türk
çocuğunun en mukaddes görevlerinden birisidir. Onun anıları, yazıları ve özel
hayatı ülkemizin hem kuruluşunda hem de kurtuluşunda bizler için bir ilham
kaynağıdır. Yurtdışında katıldığı bir toplantıda sadece etnik kökeni nedeni ile
bir gazeteci dalga geçmek için “Milliyetçi misiniz?” diye soruyor. Üstat, hazır
cevaplılıkla karşılık veriyor:
- Tabii ki…
Bunun üzerine
gazeteci etnik kökeni soruyor.
- Ben Arnavut
asıllı bir Türküm!
cevabını alıyor.
Bugün ülkemizde etnik kökene dayalı ayrılık mücadelesi verenler ve onlara
yardım edenler için en güzel cevap işte budur. Aslını inkar eden haramzadedir.
Bu demek oluyor ki etnik kökeni ne olursa olsun Türk kültürü benimsenebilir ve
gururla Türküm denilebilir. Önemli olan etnik köken değil, onu benimsemektir. İşte
bu göstermektedir ki, ülkemizde uyandırmaya çalıştığımız milliyetçilik şuuru
kendisinde toplumumuzdan çok daha önce oluşmuştur. Mustafa Kemal'in döneminden sonra
bu politika değiştirilmese veya bazı basit kesimlerce kullanılmaya
çalışılmasaydı, belki de bugün televizyonlarımızı izlerken insan olmaktan bile
utanabileceğimiz saçmalıklara tanık olmazdık.
Bugün giriştiğimiz Türklük mücadelesinin,
Mehmet Akif'in maneviyatı ve nasihatlarına ihtiyacı vardır. Kendisine “Molla Sırat”
diye saldıran ve yetişen gençliğe oğlu Haluk’u işaret eden maneviyatsızlıktan çürümüş
zihniyete karşı en kuvvetli cevabı oğlu Asım olmuştur. Özel yaşantımızı çağımıza
göre şekillendirmemizde de Akif'in yardımcı olacak nasihatleri vardır. Yirmi birinci
yüzyılda bütün dünyayı ateizm sardı veya buna inandığını söylediğini yaşamamayı
tercih etmekte diyebiliriz. Nesil çatışması, yerini nesillerin çürümesine
bıraktı.
Akif için dört şey çamur kadar pisti: Cimrilik,
ikbal şımarıklığı, kibir, maddî pislik.
Belki de yüzyıllarca güncelliğini
yitirmeyecek kadar önemli bir nasihattir. Ama en başta kulak vermemiz ve örnek
almamız gereken yanı, haksızlığa tahammül edememesidir. 1913 yılında bir
başkasının uğradığı haksızlığa tahammül edemeyerek işi bırakması gibi… Bu, onun
Hakk’a ve haklıya hizmet ederken taşıdığı samimiyetin en güzel örneklerinden
birisidir.
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
Gelenin keyfi için, geçmişe kalkıp sövemem.
diyen Akif, 1914
yılında seçilmiş özel bir heyetle Almanya'ya gönderilmiş ve biz Türk Milleti’nin
mayamız ve ihtiyacımız gereği Batı’nın sadece tekniğini almamız gerektiğini
insanlara anlatmaya çalışmıştır. Batı'nın kültürel değerlerinin nefse tapmayı, yaratanı
unutmayı sağlayacağını ve kültürel mirasımız için zehir saçan bir tehlike
olduğu gerçeğinin farkına varması açısından bu ziyareti çok önemli olmuştur.
Cenab-ı Hakk'ın vermiş olduğu nimetler olmaksızın bir an dahi
yaşayamayacağımızın şuurunu taşıyan Türk çocuklarının Batı fikirleriyle
zehirlenmesi endişesi onun hayatının önemli bir bölümü olmuştur. Üstadı tanımak
için onun şiirlerini okumuş olmak bile yeterlidir. Üstat bütün şiirleriyle
hayal ve gönül dünyamıza hitap etmektedir.
Bir dava adamı olarak efsane o davayı
kitlelere ulaştırabilmesiyle efsane o kavgaya katılanların büyümesi ile efsane.
Hiçbir karşılık beklemeksizin davasına hizmetten geri durmamış, fikirlerinden
taviz vermemiştir. Ama bütün mükâfatı ölümünden sonra aldığı yönündeki
inancımız tamdır.
Yine Akif’i tanımamız açısından yardımcı
eserlerden birisi de “Süleymaniye Kürsüsünden” isimli eseridir. Üstat bu eserde
dünya turuna çıkar, birçok millet, din ve gelenekten bahsetmektedir. Hiçbir
milleti ve dini aşağılayıp küçük görmemiştir, bahseder ve şiirin sonunda
yurduna döner.
Akif'in rejim düşmanı olduğunu iddia
edenler, hayatının son döneminde Mısır'a gitmesini farklı yorumlamışlardır. Bunu
bir sürgün olarak nitelendirip, üstadı rejim düşmanı olarak göstermeye çalışmışlardır.
Bu iddialar son derece tutarsız ve asıldır. Akif gibi korkusuz bir kalemin bu
derece keskin bir düşünceyi dillendirmemiş olması, böyle bir düşünceye sahip
olmadığını göstermektedir. Üstadın yayınlanan, Mısır'dan gönderdiği mektuplarda
da iddia edilen konularla alakalı bir not bulunmamaktadır. Ülkeden ayrılmasında,
belirli bir kesimden rahatsızlık ve güvensizlik duyması vesile olmuştur.
Arkadaşı Şefik Koraylı’ya Mısır'a giderken söylediklerinden dolayı bir çıkarımda
bulunulabilir. Bahsi geçen konuda pek bilgi vermeyen bu mektuplar üstadın
yaşadıkları konusunda aydınlatıcıdır. Mehmet Akif, vatan ve evlat hasretinin yanı
sıra maddiyat sıkıntısı da çekmiştir.
Üstadın Mısır'da yaşadığı yıllar, Amerika’da
patlak verip dünyayı saran 1929 ekonomik buhranının hissedildiği yıllardı. “İnanan
insan inanmışsa, zindanda da olsa saraydadır. Eğer insan inanmamışsa, sarayda
da olsa zindandadır, bedbahttır.” Üstadın bu sözleri dik duruşunu, mertliğini
ve bütün yaşadıklarına rağmen itikadını yitirmediğini göstermektedir. Yine
mektuplara dönmek gerekirse kızı Suad Hanım’a ‘Evladım; sakın kendini üzme,
bizlerden binlerce beteri var. Bugün dünyanın hiçbir tarafında saadetten eser
yok.’ diyerek sabır ve şükre davet eder.
Bu mektuplar Mehmet Akif'in fikir
dünyasını yansıtması bakımından önemlidir. Zira Haziran 1936’da İstanbul'a
dönmeye karar vermiş ancak çok geçmeden 27 Aralık 1936’da hayatını kaybetmiştir.
Türk Milliyetçiliği davasının ünlü fikir adamı Hüseyin Nihal Atsız'ın Akif için
söyledikleri son derece dikkate değerdir: “Mehmet Akif ırk kökeni olarak Arnavut’tur.
Düşünce bakımından ümmetçidir. Fakat bütün mesele Mehmet Akif kadar Türk
olabilmekte.” Yine Atsız'ın Akif için yazdıklarına bakmak gerekirse: “İslamcı
olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve
ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise, İslamcılık da o idi. Esasen İslamcılık,
Osmanlı Türklerinin mefkûresiydi, on dördüncü asırdan beri Türklerden başka
hiçbir millet, ne Araplar ne Acemler, ne Hintliler İslâmcılık mefkûresi görmüş
değillerdi. Bir Osmanlı şairi olan Mehmet Akif de milli mefkure kemaline ermiş,
fakat yeni bir milli mefkurenin doğum zamanına rastladığı için geri ve aykırı
görmüştür. Mazide yaşayanların fikir ve mefkureleri bize aykırı gelse bile onların
zaman ve mekan şartları içinde mütalaa ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek
küçüklüğüne düşmemeliyiz.”
Yaşadıkları, hatırlattıkları ve
öğrettikleriyle unutulmazlarımız arasına katılmıştır. Biz, onu kendinin hüzünlü
dizelerini hatırladığı gibi hatırlamaktan vazgeçmeyeceğiz. Ruhu şad, mekânı
cennet olsun…