18 Şubat 2015 Çarşamba

4. SINIF MATEMATİK 2. ÇALIŞMA KİTABI SAYFA 60 LİTRE VE MİLİLİTRE

1. Litre ve mililitre ile ölçülebilen sıvıları listeleyiniz.

Litre                           Mililitre
Zeytinyağı                 Ölçekli Şurup
Süt                            Meyve Suyu
Benzin                       Aşı Gibi İğnelerin İçine Konulan Özel İlaçlar


2. Aşağıdaki dönüşümleri yapınız.


a. 3 L = 3000 mL                    b. 9 L = 9000 mL                         c. 3100 mL = 3 L 100 mL
ç. 4 L 40 mL = 4040 mL         d. 15100 mL = 15 L 100 mL       e. 5 L 5 mL = 5005 mL
f. 27000 mL = 27 L                  g. 6 L 600 mL = 6600 mL           ğ. 300 L 30 mL = 300030 mL

3. Aşağıdaki kutucuklara uygun sayıları yazınız.


a. 1 L = 100 x 10 mL          b. 200 x 5 mL = 1 L          c. 1 L = 5 x 200 mL

4. Sıvı miktarları aynı olan kapları eşleştiriniz.





5. Verilen sıvılardan litre veya mililitre ile ölçülebilenleri yazınız.


Akvaryumdaki su: Litre
Tatlı kaşığındaki süt: Mililitre
Şırıngadaki İlaç: Mililitre
Damacanadaki su: Litre
Kamyonun deposundaki mazot: Litre
Bardaktaki ayran: Mililitre

6. 4 litre 650 mililitrelik su, kaç mililitredir?

A. 4050 mL          B. 4650 mL               C. 14 650 mL       D.40 650 mL

Doğru cevap B seçeneği 4650 mL'dir.





7. Aşağıdakilerden hangisi doğrudur?


A. 8000 L = 8 mL          B. 3030 mL = 30 L 30 mL
C. 1/2 L = 750 mL         D. 8765 mL = 8 L 765 mL

Doğru cevap D seçeneğidir.

8. Verilen ölçü miktarlarını "<", ">" veya "=" sembollerinden uygun olanını kullanarak karşılaştırınız.

a. 5 L = 5000 mL                         b. 3 L 20 mL = 3020 mL                c. 6000 mL = 6 L
ç. 34 L 895 mL > 18 895 mL        d. 9 L > 999 mL                              e. 8 mL < 8 L    

9. İstenilenlere göre en yakın tahmini işaretleyiniz.
Bu soruda en mantıklı tahminleri yapmamız gerekir.

Bir su bardağı dolusu meyve suyu miktarı: 160 mL
Bir şurup kaşığı dolusu şurup miktarı: 5 mL

10. Evinizde kullandığınız sürahi ve çaydanlık kaçar litre su almaktadır? Tahmin ediniz. Ölçülü kap kullanarak ölçüm yapınız. Yaptığınız ölçme sonucuyla tahminlerinizi karşılaştırınız.


Bu soruyu kişiler kendileri yapmalıdır. Kesin bir cevap verilemez.
Devamını oku →

MEHMET AKİF ERSOY

Mehmet Akif Ersoy
     Mehmet Akif Ersoy

     Fikir ve hayal dünyamızın tartışılmaz en kuvvetli düşünür ve yazarlarından birisi de Akif’ti. Hayatını mutlak hakikatın aydınlığını insanlarla paylaşmaya, öğretmeyi adamıştı. Hem bedenen hem fikren kendini adadığı bu düşünce doğrultusunda şiiri bir araç olarak görmüş ve en iyi şekilde kullanmıştır. Ailesinden, çevresinden aldığını yoğurmuş, en mükemmel kelimelerle halkına aktarmıştır.

     Düşünmek demek; sadece belli bir kesime hitap etmemek demektir. Türk milletinin derdiyle dertlenen, sevinciyle sevinen, zaferiyle övünen bütün fikir kahramanları kimince cesurca baltalanmakta, kimince abartılarak göklere çıkarılmaktadır. Bizi saplantılara, toplu hipnoza sürükleyen zihniyet işte budur. lakin burada durup düşünebilmek, araştırıp sorgulayabilmek çok önemlidir. Akif’in en önemli özelliği varlığımızı saran bizlerin yaşam gayesi olan maneviyatımızda tetikleyici görevi görmesidir. O bize yeni düşünceler vermekten ziyade zaten sahip olduğunu iddia ettiğimiz değerleri hatırlatarak, bizleri hakkaniyetin tam aydınlığına davet eder. Üstadın ortaya çıkmasına vesile olan durum da dönemin şartları ve ihtiyacıydı. Halkımızın zor günlerini bu derece güzel betimleyebilen bir yazara olan ihtiyacı ve insanları özgürlük, bağımsızlık konusunda teşvik eden bir şair ancak o derece zor günlerde ortaya çıkardı.

     Mehmet Akif'in şiir deneylerine lise öğrenimi sırasında başlamıştır. Veteriner okulundayken Ziya Paşa’yı, Namık Kemal’i ve özellikle Muallim Naci’yi severek okumuştur.

     İstanbul'un muhafazakâr bir semti olan Fatih'te büyümüştür. Belki de hayatının en büyük şansı işte budur. Babasının dini duygularının kuvvetli ve belirgin bir âlim olması onun gelecekte şekillenecek düşüncelerini etkilemiştir. Kutlu mübarek direnişimizin, yedi düvele karşı girişmiş olduğumuz kurtuluş mücadelesinin İstiklal Marşı'nı yazmış ve milletimize armağan etmiş olan bu kutlu dava adamına vefa göstermek, Müslüman Türk çocuğunun en mukaddes görevlerinden birisidir. Onun anıları, yazıları ve özel hayatı ülkemizin hem kuruluşunda hem de kurtuluşunda bizler için bir ilham kaynağıdır. Yurtdışında katıldığı bir toplantıda sadece etnik kökeni nedeni ile bir gazeteci dalga geçmek için “Milliyetçi misiniz?” diye soruyor. Üstat, hazır cevaplılıkla karşılık veriyor:

- Tabii ki…

Bunun üzerine gazeteci etnik kökeni soruyor.

- Ben Arnavut asıllı bir Türküm!

cevabını alıyor. Bugün ülkemizde etnik kökene dayalı ayrılık mücadelesi verenler ve onlara yardım edenler için en güzel cevap işte budur. Aslını inkar eden haramzadedir. Bu demek oluyor ki etnik kökeni ne olursa olsun Türk kültürü benimsenebilir ve gururla Türküm denilebilir. Önemli olan etnik köken değil, onu benimsemektir. İşte bu göstermektedir ki, ülkemizde uyandırmaya çalıştığımız milliyetçilik şuuru kendisinde toplumumuzdan çok daha önce oluşmuştur. Mustafa Kemal'in döneminden sonra bu politika değiştirilmese veya bazı basit kesimlerce kullanılmaya çalışılmasaydı, belki de bugün televizyonlarımızı izlerken insan olmaktan bile utanabileceğimiz saçmalıklara tanık olmazdık.

     Bugün giriştiğimiz Türklük mücadelesinin, Mehmet Akif'in maneviyatı ve nasihatlarına ihtiyacı vardır. Kendisine “Molla Sırat” diye saldıran ve yetişen gençliğe oğlu Haluk’u işaret eden maneviyatsızlıktan çürümüş zihniyete karşı en kuvvetli cevabı oğlu Asım olmuştur. Özel yaşantımızı çağımıza göre şekillendirmemizde de Akif'in yardımcı olacak nasihatleri vardır. Yirmi birinci yüzyılda bütün dünyayı ateizm sardı veya buna inandığını söylediğini yaşamamayı tercih etmekte diyebiliriz. Nesil çatışması, yerini nesillerin çürümesine bıraktı.

     Akif için dört şey çamur kadar pisti: Cimrilik, ikbal şımarıklığı, kibir, maddî pislik.

     Belki de yüzyıllarca güncelliğini yitirmeyecek kadar önemli bir nasihattir. Ama en başta kulak vermemiz ve örnek almamız gereken yanı, haksızlığa tahammül edememesidir. 1913 yılında bir başkasının uğradığı haksızlığa tahammül edemeyerek işi bırakması gibi… Bu, onun Hakk’a ve haklıya hizmet ederken taşıdığı samimiyetin en güzel örneklerinden birisidir.

     Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
     Gelenin keyfi için, geçmişe kalkıp sövemem.

diyen Akif, 1914 yılında seçilmiş özel bir heyetle Almanya'ya gönderilmiş ve biz Türk Milleti’nin mayamız ve ihtiyacımız gereği Batı’nın sadece tekniğini almamız gerektiğini insanlara anlatmaya çalışmıştır. Batı'nın kültürel değerlerinin nefse tapmayı, yaratanı unutmayı sağlayacağını ve kültürel mirasımız için zehir saçan bir tehlike olduğu gerçeğinin farkına varması açısından bu ziyareti çok önemli olmuştur. Cenab-ı Hakk'ın vermiş olduğu nimetler olmaksızın bir an dahi yaşayamayacağımızın şuurunu taşıyan Türk çocuklarının Batı fikirleriyle zehirlenmesi endişesi onun hayatının önemli bir bölümü olmuştur. Üstadı tanımak için onun şiirlerini okumuş olmak bile yeterlidir. Üstat bütün şiirleriyle hayal ve gönül dünyamıza hitap etmektedir.

    Bir dava adamı olarak efsane o davayı kitlelere ulaştırabilmesiyle efsane o kavgaya katılanların büyümesi ile efsane. Hiçbir karşılık beklemeksizin davasına hizmetten geri durmamış, fikirlerinden taviz vermemiştir. Ama bütün mükâfatı ölümünden sonra aldığı yönündeki inancımız tamdır.

     Yine Akif’i tanımamız açısından yardımcı eserlerden birisi de “Süleymaniye Kürsüsünden” isimli eseridir. Üstat bu eserde dünya turuna çıkar, birçok millet, din ve gelenekten bahsetmektedir. Hiçbir milleti ve dini aşağılayıp küçük görmemiştir, bahseder ve şiirin sonunda yurduna döner.

     Akif'in rejim düşmanı olduğunu iddia edenler, hayatının son döneminde Mısır'a gitmesini farklı yorumlamışlardır. Bunu bir sürgün olarak nitelendirip, üstadı rejim düşmanı olarak göstermeye çalışmışlardır. Bu iddialar son derece tutarsız ve asıldır. Akif gibi korkusuz bir kalemin bu derece keskin bir düşünceyi dillendirmemiş olması, böyle bir düşünceye sahip olmadığını göstermektedir. Üstadın yayınlanan, Mısır'dan gönderdiği mektuplarda da iddia edilen konularla alakalı bir not bulunmamaktadır. Ülkeden ayrılmasında, belirli bir kesimden rahatsızlık ve güvensizlik duyması vesile olmuştur. Arkadaşı Şefik Koraylı’ya Mısır'a giderken söylediklerinden dolayı bir çıkarımda bulunulabilir. Bahsi geçen konuda pek bilgi vermeyen bu mektuplar üstadın yaşadıkları konusunda aydınlatıcıdır. Mehmet Akif, vatan ve evlat hasretinin yanı sıra maddiyat sıkıntısı da çekmiştir.

     Üstadın Mısır'da yaşadığı yıllar, Amerika’da patlak verip dünyayı saran 1929 ekonomik buhranının hissedildiği yıllardı. “İnanan insan inanmışsa, zindanda da olsa saraydadır. Eğer insan inanmamışsa, sarayda da olsa zindandadır, bedbahttır.” Üstadın bu sözleri dik duruşunu, mertliğini ve bütün yaşadıklarına rağmen itikadını yitirmediğini göstermektedir. Yine mektuplara dönmek gerekirse kızı Suad Hanım’a ‘Evladım; sakın kendini üzme, bizlerden binlerce beteri var. Bugün dünyanın hiçbir tarafında saadetten eser yok.’ diyerek sabır ve şükre davet eder.

     Bu mektuplar Mehmet Akif'in fikir dünyasını yansıtması bakımından önemlidir. Zira Haziran 1936’da İstanbul'a dönmeye karar vermiş ancak çok geçmeden 27 Aralık 1936’da hayatını kaybetmiştir. Türk Milliyetçiliği davasının ünlü fikir adamı Hüseyin Nihal Atsız'ın Akif için söyledikleri son derece dikkate değerdir: “Mehmet Akif ırk kökeni olarak Arnavut’tur. Düşünce bakımından ümmetçidir. Fakat bütün mesele Mehmet Akif kadar Türk olabilmekte.” Yine Atsız'ın Akif için yazdıklarına bakmak gerekirse: “İslamcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise, İslamcılık da o idi. Esasen İslamcılık, Osmanlı Türklerinin mefkûresiydi, on dördüncü asırdan beri Türklerden başka hiçbir millet, ne Araplar ne Acemler, ne Hintliler İslâmcılık mefkûresi görmüş değillerdi. Bir Osmanlı şairi olan Mehmet Akif de milli mefkure kemaline ermiş, fakat yeni bir milli mefkurenin doğum zamanına rastladığı için geri ve aykırı görmüştür. Mazide yaşayanların fikir ve mefkureleri bize aykırı gelse bile onların zaman ve mekan şartları içinde mütalaa ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz.”

     Yaşadıkları, hatırlattıkları ve öğrettikleriyle unutulmazlarımız arasına katılmıştır. Biz, onu kendinin hüzünlü dizelerini hatırladığı gibi hatırlamaktan vazgeçmeyeceğiz. Ruhu şad, mekânı cennet olsun…
Devamını oku →

SELÇUKLULARDA EĞİTİM SİSTEMİ; NİZAMİYE MEDRESELERİ

   
      Oğuzlar Devleti'nde subaşı olan Dukak Bey'in oğlu Selçuk Bey'in bir kısım Oğuz topluluğu ile Oğuzlar Devleti'nden ayrılmasıyla başlayan ve Selçuk Bey ve toplumun İslamiyet'i kabul etmesitle devam eden süreç sonunda yeni bir Türk Devleti'nin temellerinin atılmış olduğunu görüyoruz. Dandanakan savaşının kazanılmasıyla Büyük Selçuklu Devleti kesin olarak kurulmuştur. Tuğrul Bey'in Bağdat'a giderek Abbasi Halifesi'ni Şii baskısından kurtarmasından ve halife tarafından 'dünya sultanı' ilan edilmesinden Selçukluların İslamiyet'e verdiği önemi anlıyoruz. Tuğrul Bey'den sonra yerine geçen Sultan Alparslan'ın 1071'de Malazgirt'te Bizans'a karşı kazandığı zafer Anadolu'nun kısa sürede Türkleşmesini sağlamıştır. Selçuklu Türklerinin Anadolu'yu ebedi bir yurt edinme gayretleri, bin bir emek ve çok sayıda şehit vererek asırlar boyunca devam etmişti. Türkün askeri dehası ve cengâverliği yanında İslama olan sadakati, Töresine olan bağlılığı ve ilme olan hayranlığı, Anadolu topraklarının Vatan haline gelmesinde önemli bir rol oynamıştı.

     Anadolu'da geçmiş olan bin yıllık tarihimizi incelersek, medreselerin Milli Kültürümüzün gelişmesinde çok önemli katkılarda bulunmuş olduğunu görebiliriz. Bu dönemde medreselerin açılması büyük bir hadise idi. Selçuklular'ın 29 Nisan 1055'de Bağdat'a girişleri, Ehlisünnetin Şiilere galibiyetinin başlangıcı olarak kabul edilir. Bu tarihten itibaren halk arasında Şiiliği yaymak için gerek Fatımiler'in gerekse Büveyhiler'in faaliyet gösterdiği alanlar kapanacaktı. Selçuklular sapıklık ve din dışı kabul ettikleri faaliyetlere karşı halkın zihnine hür düşünceyi yerleştirebilmek için karşı bir harekete geçmekten başka çare olmadığını anladılar. Darü'l-ilim adı veriler müesseseler Fatımi ülkelerinde Şiiliğin propaganda merkezi olarak gelişirken Şarkta da aynı neviden Sünni bir müessese olarak medreseler meydana geldi.

     Zekeriya Kaznivi'ye göre bir gün Sultan Alparslan, veziri Nizam'ül-Mülk ile Nişabur'da caminin kapısında üstü başı perişan gençleri görünce bunların kim olduklarını ve niçin böyle bir durumda bulunduklarını sorar. Bunun üzerine vezir; Bunlar dünya zevki bulunmayan ilim talipleridir cevabını verir. Bunun üzerine Sultan bunlara bir yurt inşa edilmesini ve kendilerine maaş bağlanmasını emreder. Böylece ilk Nizamiye Medresesi Nişabur'da inşa edilmiş olur.

     1064 yılında Dicle kenarında ve Abbasi hilafet merkezinin üst kısmında temeli atılıp inşasına başlanan medreseye 100 bin dinar harcanarak tamamlanmış ve medrese tedrisata başlamıştı. Bu medresenin müderrisliğine de Ebu İshak Şirozi el-Firuzabodi getirilmişti. Vezir Nizamülmük'ün Şafii mezhebi öğretimini teşvik etmesine karşılık zamanın Sultanı Alparslan Hanefi mezhebini geliştirmek maksadıyla Hanefi medreseleri açtırdı. Bu sebeple Bağdat'ta ki medreseler biri Hanefi diğeri Şafii olmak üzere iki mezhebe göre eğitim veriyordu. Bir süre sonra aynı medresede iki mezhebin tedrisatı birlikte yapılmaya başlandı. Nizamiyeler için vakıflar kuruldu. Nizamiye vakıflar bina yapmak, müderris ve talebelere maaş vermek, hadis, fıkıh, vaaz ve tasavvufla uğraşanlara infakta bulunmak, imam, müezzin, hademe, fakir ve ihtiyaç içinde bulunanlara yardım etmek gibi bir görevi üstlenmişlerdir ki bu sayede Nizamiyelerin devamı sağlanmış ve İslam âleminde haklı bir şöhrete kavuşmuşlardı. Nizamümük'ün himmetiyle gelişen medreseler, şarkta uzun süre devam ettiler. İbn Cübetr H.11. yüzyılda Bağdat'ın doğu tarafında 30 kadar medrese bulunduğunu, bunlardan her birinin vakfi olduğunu, bu sayede öğretim elemanı ve öğrencilerin maddi bir sıkıntı çekmediklerini söyler.

     En büyüğü, Bağdat'taki Nizamiye Medresesi olup, İsfahan, Nişabur, Belh, Herat, Basra, Musul ve Amul'da benzerleri vardı. Bu medreselerde Muhammed Gazali, Ömer Hayyam, Hakani, Sadi gibi büyük bilim insanları yetişmiştir. İbni Sina, İbni Rüşd, İbni Heysem, Beyruni gibi bilim adamları da yine Selçuklular döneminde yetişmiştir. Selçuklular eğitim ve öğretim açısından oldukça ileri seviyeye gelmişlerdi. Selçuklular kurulan medreselerde hem ilmin devamını sağlamış ilmiye mensuplarına maaş bağlayarak onları daima devletin yanında tutmak istemişlerdi. Bu medreselerde Filoloji, Felsefe ve Astronomi'de ileri gidildi. Batıda, özellikle Avrupa'da o devirde buna benzer öğretim kurumları olmadığından Nizamiye Medreseleri yeryüzünde kurulmuş olan ilk üniversiteler olarak da kabul edilmekteydi. Nizamiye Medreseleri'nde, öğrenciler için okuma, yatma ve oturma yerleri ve her türlü sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak imkânlar mevcuttu.

     Vezir Nizamülmülk, Ebu ishak Şirazi'ye gönderdiği mektupta, Nizamiye Medreseleri hakkında, "Nizamiye medresesini biz mezhebi korumak için değil, ilmi himaye etmek ve yükseltmek maksadı ile kurduklarını, mezhepler arası tefrik gütmediklerini" belirtiyordu. Bu suretle fikir ve vicdan hürriyetine ne kadar bağlı ve bu uğurda ne derece üstün bir siyaset takip ettiklerini de göstermiştir.

     Büyük Türk Veziri Nizam'ül-Mülk ile başlayan ve giderek yaygınlaşan ve çağların ötesinde Din ve Dünya ilimleri tahsil edilen medreselerin eğitim ve öğretim yapma görevlerinin yanında bir de Devletin sivil idari kadrolarına eleman yetiştirme gibi bir görevi de bulunmakta idi. Diğer taraftan medreselerin Türk Kültürü'nü yaşatmak ve geliştirmek gibi asli bir görevleri de vardı.

     Nizamiye Medreseleri mimari açıdan okul mimarisinin veya üniversite kampüsünün ilk örneğini teşkil eder. Felsefeye karşı ilk tepki Bağdat Nizamiye Medresesi'nde müderrislik yapan Gazali'den gelmekle beraber, Nizamiye Medreseleri'nde felsefe ve mantık dersleri de okutulmuştur. Buralarda kullanılan öğretim metodu, İslam dünyasındaki medreselerde kullanılan geleneksel öğretim metodu haline gelmiştir. Bilhassa şerh ve haşiye metodunun İslam dünyasında kullanılan geleneksel öğretim metodu haline gelmesinde Nizamiye Medreseleri etkili rol oynamıştır. Bugün orta ve yüksek öğretim kurumlarında uygulanan ders geçme ve kredi sisteminin başlangıcını teşkil eden medreselerdeki ders geçme sistemi, Nizamiye Medreseleri'yle kurumlaşmış ve yaygınlaşmıştır. Bugün çağdaş dünyada yüksek öğretim kurumlarında uygulanan burs, kredi ve yatılılık sistemi, Nizamiye Medreseleri'yle kurumlaşmıştır.

     Büyük Selçukluların açtığı bu medreseler Anadolu Selçuklu Devleti ile gelişerek devam etmiş ve Osmanlı'da doruklara ulaşmıştır. Günümüz çağdaş eğitim sistemine de temel teşkil eden Nizamiye Medreseleri Türk'ün bilgeliğinin, becerisinin kanıtıdır.
Devamını oku →

17 Şubat 2015 Salı

4. SINIF MATEMATİK SAYFA 107 ALIŞTIRMALAR 2. ÖĞRENCİ ÇALIŞMA KİTABI - TUTKU YAYINCILIK

1. Modellerle verilen kesirleri "<", ">" ve "=" kullanarak karşılaştırınız.


2. Aşağıdaki kesirlere ait modellemeleri boyayıp küçükten büyüğe doğru sıralayınız.




























Not: 4/2 = 2 tamı ifade ediyor fakat soruda bize 1 tam verildiğinden dolayı 4/2 için boyama yapamadık.

Sıralamalar:









3. 2/6, 2/9, 2/11, 2/7 kesirlerini küçükten büyüğe doğru sıraladığımızda baştan 3. kesir hangisi olur?

Çözüm:
Öncelikle sıralayalım.




Görüldüğü üzere küçükten büyüğe doğru sıraladığımızda baştan 3. kesir 2/7 olur.

4. 6/7 < a/7 < 12/7 olduğuna göre a yerine yazılabilecek sayıların toplamını bulunuz.



Çözüm:
a yerine 7, 8, 9, 10, 11 yazıldığı takdirde sıralama bozulmaz.
O halde cevabımız 7, 8, 9, 10, 11 ve 12 olmalıdır.


Devamını oku →

4. SINIF FEN VE TEKNOLOJİ SAYFA 82 6. ETKİNLİK YAŞAMIMIZDAKİ SES KAYNAKLARI 2. KİTAP ÇALIŞMA KİTABI - DOKU YAYINCILIK

6. Etkinlik Yaşamımızdaki Ses Kaynakları

Günlük hayatınızda hangi sesleri duyduğunuzu belirleyiniz. Duyduğunuz seslerin kaynakların listeleyiniz. 

Kedi          
Kuş          
Deredeki Su          
Radyo ve Televizyon          
Araba Motoru
Kapı Gıcırtısı
Zil
Yürürken Ayakkabıdan Çıkan Ses
Gitar
İnek
İş Makineleri
Telefon
Gök Gürültüsü
Yağmur
Traktör
İnsan
Mp3 Oynatıcı
Piyano
Aslan
Hoparlör

Günlük hayatınızda karşılaştığınız ses kaynaklarını doğal ve yapay ses kaynakları olarak gruplandırınız.

Doğal Ses Kaynakları
Kedi
Deredeki Su
Yağmur Sesi
Kuş
İnsan
Aslan
Gök Gürültüsü
İnek

Yapay Ses Kaynakları
Radyo ve Televizyon
Araba Motoru
Kapı Gıcırtısı
Zil
Yürürken Ayakkabıdan Çıkan Ses
Gitar
İş Makineleri
Telefon
Traktör
Mp3 Oynatıcı
Piyano
Hoparlör

Devamını oku →

4. SINIF FEN VE TEKNOLOJİ SAYFA 81 5. ETKİNLİK IŞIK BULMACASINI ÇÖZELİM - DOKU YAYINCILIK

Aşağıda verilen ifadelere karşılık gelen sözcükleri bulunuz. Yanıtları, belirtilen numaralı yerlere yazarak bulmacayı tamamlayınız.

Soldan Sağa
1. Işığın gereğinden fazla, yanlış yerde ve zamanda kullanılması: IŞIK KİRLİLİĞİ
2. Eski çağlarda kullanılan bir aydınlatma aracı: MEŞALE
3. Elektrik ampulünü bulan bilim insanı: THOMAS EDISON
4. Doğal bir ışık kaynağı: GÜNEŞ
5. Yapay bir ışık kaynağı: FLORESAN

Yukarıdan Aşağıya
1. Görme için gerekli olan bir enerji türü: IŞIK
2. Işık kaynağı olmadığı halde ışık yayıyormuş gibi görünen cisim: REFLEKTÖR
3. Geçmişte kullanılan bir aydınlatma aracı: GAZ LAMBASI
Devamını oku →

4. SINIF MATEMATİK SAYFA 115 2. KİTAP - TUTKU YAYINCILIK

1. Doğduğunuz yıl ile içinde bulunduğunuz yıl arasındaki artık yılları sayınız.

Bu soruyu kişiler kendi doğum yıllarına göre cevaplamalıdır. Yardımcı olması açısından 1990 ile 2015 yılları arasındaki artık yılları vermek istiyorum.
1990 ile 2015 yılları arasındaki artık yıllar: 1992, 1996, 2000, 2004, 2008 ve 2012'dir.

2. Aşağıda verilen noktalı yerlere uygun olan ifadeleri yazınız.

a. 4 yıl = 48 aydır.          b. 8 yıl = 416 haftadır.
c. 1 hafta 7 gündür.        ç. 5 hafta 35 gündür.
d. Artık yıllarda şubat ayları 29 günden oluşur.


3. Atılay, arkadaşı Alper'e 13 Mart 2012'de bir çift eldiven satın almıştır. Eldiven Alper'e büyük geldiği için eldiveni değiştirmek istemiştir. Eldivenin hangi tarihe kadar değiştirilebileceğini bulunuz.

Alınan malı 14 gün içerisinde değiştirebiliriz. O halde 13 Mart'tan sonraki 14. gün 27 Mart'a denk gelmektedir. Cevabımız 27 Mart 2012 olmalıdır.

4. 2008 artık yıl olduğuna göre, aşağıdakilerden hangisi artık yıl olur?

A) 2010        B) 2011        C) 2020        D) 2022

Doğru cevap C seçeneği 2020 yılıdır.

5. Safa, 7.35'ten 12.45'e kadar uyumuştur. Safa kaç saat kaç dakika uyumuştur?

Çözüm:
07.00'dan 12.00'a kadar 5 saat vardır. Daha sonra 07.35'ten 35 dakika kalır ve 12.45 için ise bir 15 dakika daha gereklidir. Toplamda,
5 saat + 35 dakika + 15 dakika = 5 saat 45 dakika uyumuş olur.

6. 15.20, 100 dakika verilerini kullanarak bir problem kurup çözünüz.

Problem kuralım: Emre, saat 15.20'de yürüyüşe başlıyor ve başlarken kronometre tutuyor. Durduğu yerde kronometresini de durduruyor ve toplam 100 dakika yürüyüş yaptığını tespit ediyor. O halde Emre, saat kaçta yürüyüşünü sonlandırmıştır?

Kurduğumuz problemi çözelim: Çözüm basit. 100 dakika, 1 saat 40 dakikadır. 1 saat 40 dakikayı 15.20'ye eklersek 17.00'ı elde etmiş oluruz. Yani Emre 17.00'da yürüyüşünü sonlandırmıştır.
Devamını oku →

4. SINIF MATEMATİK 2. KİTAP SAYFA 112 ALIŞTIRMALAR - TUTKU YAYINCILIK









1. Aşağıda verilen sayısal saatlerin karşısına "öğlenden önce" veya "öğlenden sonra" yazınız.

a. 08.44 --> Öğlenden Önce      b. 12.02 --> Öğlenden Sonra      c. 19.30 --> Öğlenden Sonra
ç. 21.59 --> Öğlenden Sonra     d. 03.11 --> Öğlenden Önce       e. 11.59 --> Öğlenden Önce

2. Saat 23.00'da Ankara'dan yola çıkan bir otobüs 10.35'te Gaziantep'e ulaşmıştır. Yolculuk kaç saat, kaç dakika sürmüştür?

Çözüm:
Saat 23.00'dan 10.00'a 11 saat vardır. Daha sonra 35 dakikayı da eklersek yolculuk
11 saat 35 dakika sürmüştür diyebiliriz.

3. Aşağıdaki noktalı yerlere uygun olan sayıları yazınız.

a. 1 saat = 60 dakikadır.                              b. 1 dakika = 60 saniyedir.
c. 3 saat = 180 dakikadır.                            ç. 12 dakika = 720 saniyedir.
d. 1 saat 15 dakika = 75 dakikadır.             e. Çeyrek saat = 15 dakikadır.
f. 60 dakika = 3600 saniyedir.                     g. 5 dakika 5 saniye = 305 saniyedir.

4. Aşağıda verilen saatlere yanlarındaki süreleri ekleyerek doğru sonucu karşılarına yazınız.

a. [09.18]  34 dakika sonra ----------->  09.52
b. [11.05]  55 dakika sonra ----------->  12.00
c. [18.22]  1 saat 17 dakika sonra --->  19.39
ç. [23.45]  5 saat 15 dakika sonra --->  05.00

5. Aşağıda verilen boş kutuların içlerine uygun saatleri yazınız.


Devamını oku →

4. SINIF MATEMATİK SAYFA 109 ALIŞTIRMALAR - TUTKU YAYINLARI

1. 90 dakikanın 3/5'i kaç dakikadır?

Çözüm: 
Önce 90'ı 5'e bölelim.
90/5 = 18
Daha sonra bulduğumuz sonucu 3 ile çarpalım.
18x3 = 54
Dolayısıyla cevabımız 54 olacaktır.

2. Aşağıdaki cümlelerden noktalı olan yerlere uygun sayıları yazınız.

     a. Okulumuzdaki 350 öğrencinin 2/7'si kızdır. Okulumuzdaki kızların sayısı 100'dür.

     b. 150 m uzunluğun 4/10'u 6000 cm'dir.

     c. 155 km'lik yolun 2/5'sini giden Beste'nin gittiği yol 62 km'dir.

3. Bir kapta 5 L limonata vardır. Bu limonatanın 2/5'si içilmiştir. Geriye kalan limonatanın 1/5'i yere dökülmüştür. Buna göre kapta kaç mL limonata kalmıştır.

Çözüm:
Öncelikle 5 litrenin 5'te 2'sini bulalım.
5/5 = 1
1x2 = 2
2 litreymiş. 2 litre limonatanın da 1/5'i yere dökülmüş. Cevap bizden mililitre olarak istendiği için 2 litreyi mililitreye çevirirsek 2000 mililitre yapar. 2000 mililitrenin 1/5'i ise,
2000/5 = 400 mililitre yapar.
Sonuç olarak cevabımız 400 mililitredir.

4. Anıl 540 sayfalık kitabın 4/6'sını okumuştur. Anıl'ın okumadığı sayfa sayısı kaçtır?

Çözüm:
540'ın 4/6'sını bulalım.
540/6 = 90
90x4 = 360
Demek ki 360 sayfasını okumuş. Kitap toplam 540 sayfaydı. 540'tan okumuş olduğu 360 sayfayı çıkarırsak okumadığı sayfa sayısını bulmuş oluruz.
540-360 = 180
Dolayısıyla cevabımız 180 sayfadır.

5. Fahri, bisikletiyle saatte 30 km yol gidebilmektedir. Üç saatin sonunda Fahri, parkurun 2/3'sini tamamladığına göre parkur kaç km'dir?

Çözüm:
Fahri saatte 30 km yol gidiyorsa üç saatin sonunda,
30x3 = 90 km yol gitmiş demektir. 90 km yol 2/3'e tekabül ettiğinden dolayı 1/3'lük yolun bir tanesi 45 km'ye denk gelir demektir. O halde yolun 2/3'ü 90 km ve geriye kalan 1/3 de 45 km ise bu parkur toplamda,
45+90 = 135 km'dir.
Dolayısıyla cevabımız 135 km.
Devamını oku →

ASKERİ PERSPEKTİFTEN 'FETH'İN ANLAM VE AĞIRLIĞI

"Konstantiniyye'nin Fethi... İşte o cihana değer bir savaştır."

Fetih harekâtını zorunlu kılan jeostratejik gereksinimler:

     Sezar Maximus'tan 6. Leon'a, Halife Mehdi'den Keyhusrev'e, Araplardan Rıslara, Romalılardan Türklere kadar medeniyetlerin ve hükümdarların muhattelatında hep bir 'ülkü' misali salınan 'rüya şehrin' mülkiyeti ve hâkimiyeti için verilen kavgalar, yalnızca İstanbul'un doğal güzellikleri ve dinler için kutsiyet ifade eden manevi ağırlığıyla açıklanamaz. Bu yönleriyle idealize edilen güzel şehrin diğer kentlere nazaran her dönem kat be kat haiz stratejik önemi, tarihin her safhasında devletler için asıl cezbedici ve itici faktörü olmuştur.

     Anadolu yarımadasının hızla Türkleşmesine olanak sağlayan, Türk Beyliklerinin birbirleriyle olan rekabeti, her birisinin 'kendince' bir gelecek ve nizam-ı âlem tasavvuru, rekabetten başarı doğmasına sebep olmuştur. Asya'daki topraklarında -nispeten- oturmuş bir yönetime sahip olan Osmanlılar, Avrupa'da Tuna kıyılarına dayanmışlar, Konstantinopolis ve çevresine sıkışıp kalan aynı zamanda yönetim zafiyetleri doruk noktasına çıkan Bizans Devleti'ni çevreleyerek tehdit eder hale gelmişlerdi. Bizans Devleti, Osmanlıların yayılmacı politikaları için çoğu kez engel teşkil edip hareket kabiliyetini sınırlıyordu. Yani Avrupa'ya giderken ya da Avrupa'dan gelirken; Asya-Avrupa Karayolları ile Akdeniz-Karadeniz suyolunun kesişme bölgesi olan Konstantinopolis gibi kestirme bir yol dururken, Karadeniz kıyılarından ya da Ege'deki Cenevizlilerin ve Bizans'ın sahip oldukları adacıkların bin bir müşkülatı ve saldırısıyla karşılaşarak her defasında çok daha maliyetli ve daha uzak yollardan gitmeyi yeğliyorlardı.

      Osmanlı Devleti, Anadolu'nun Batı kesiminde yerleşmiş ve buradaki sınırları; Karadeniz'de; Amasra Doğusundan başlayarak, Kastamonu'nun güneyinden geçerek, Samsun'un batısından yine Karadeniz'e ulaşmakta, Sinop'un doğusundan güneye doğru, Koyulhisar'ın doğusu, Kemah'ın batısı, Sivas'ın güneyi, Kırşehir'in güneyi, Ankara'nın güneyi ve Ilgın'dan geçerek, Alaiye (Alanya)'nın batısındaki Akdeniz'e ulaşmakta idi. Bu sırada Avrupa'daki toprakları da Tuna Nehri'ne ulaşmıştı. Vidin'in Batısından başlayıp güneye uzanan sınır, Üsküp'in Batısı-Ohri-Yanya'nın Batısı-Tırhala'nın 60 km. kadar Güneyinden geçerek Doğuya dönüp Adalar Denizine ulaşmakta idi. Bu durumdaki bir devletin iki kıtasındaki topraklarını birbirine bağlaması için boğazlara tam anlamı ile egemen olması zorunlu idi.

      Bu şekilde karşılaşılan askeri zorunluluktan başka iktisadi zorunluluklar da Konstantinapolis'in Osmanlıların elinde bulunmasını gerektiriyordu. Bizans o zamanın en önemli ticaret merkezlerinden birisi idi. İşte memleketin güvenliğini sağlamak ve iktisadi hayatını geliştirme zorunluluğu 2. Mehmet'i Konstantinapolis'in alınmasına zorlayan önemli iki etken idi. Ve harbin gerçek nedenleri de bunlardı.

     Tüm zamanların jeopolitik olarak sıklet merkezi olan bu coğrafyanın göz bebeği İstanbul'a ve sahip olduğu boğazlara hakimiyet, bu coğrafyada söz sahibi olabilmek ve etken politikalar üretebilmek için adete mecburiyettir.

     Fetih öncesinde devletlerin demografik durumu ve siyasi konjoktür:

     Konstantinopolis kuşatılmadan önce Osmanlıların yüzölçümü yaklaşık olarak Rumeli'de 263.000 ve Anadolu'da 420.000 olmak üzere toplam olarak 683.000 kilometre kadardı.

     Ayrıca nüfus verilerine baktığımız zaman ise Edirne'nin 150.000, Selanik'in de 40.000 nüfusunu olduğunu görüyoruz. 1430'lu ve 40'lı yılları 2. Murat'ın başkomutanluğında komşularıyla vuruşarak geçirmişler ve çetin mücadeleler sonucunda yer yer kazanımlarını artırmış, yer yer de azalmıştır. Özellikle 1442-44 arası dönemde Macarlarla girişilen savaşlar, tam bir fiyasko ve buhran dönemi yaşatmıştır.

     Tarihçilerin '1444 bunalımı' diye adlandırdığı dönemde ve sonrasında, Osmanlı Devlet Teşkilatında hiziplerin varlığı ve iç siyasi çekişmenin artması sonucu iç politikanın dış politikaya yansıması olarak adlandırılabilecek bir enerji kaybı yaşanmamıştır. Yani Karamanoğulları ile İttifak oluşturan Macarların Rumeli'de kazandığı başarılar sonucu elde ettikleri kazanımları neticesinde verilen tavizler ile çeşitli antlaşmalar imzalanmış ve 1451'e kadar Macarlarla kısmen bir sükunet ortamı oluşturulmuş idi. Keza zaman kazanmak için Cenevizliler, Arnavutlar, Trabzon Rum İmparatorluğu gibi çeşitli komşu devletlerle saldırmazlık ve teminat antlaşmaları imzalanmış, hassas bir dış politika izlenmiştir.

     Bizans İmparatorluğu'na baktığımızda ise; "Başkent Konstantinopolis ile Karadeniz kıyısında Misivri, Ahyolu, Burgaz Kaleleri ile Midye-Vize arasındaki bölge, Marmara Denizi kıyılarında Silivri, Bigados Kaleleri ve bunların çevresindeki köylerden, Ege Denizinin kuzeyindeki birkaç adadan ve 1446'dan beri Osmanlı gözetimini tanımakta olan Mora'daki iki Despotluktan oluşmaktadır. Nüfus verilerine baktığımız zaman ise; bazı kaynaklar Konstantinopolis'in 40.000 ile 50.000 arasında nüfus barındırdığını söylerken, bazıları da 70.000 ile 80.000 arasında olduğunu belirtir. Elimizdeki bu sayılar, Konstantinopolis'in orijinal yoğunluğu değil, depremler ve salgın hastalıklardan sonra oluşan fetih esnasında var olan nüfustur. Bizans yönetimi ise oldukça zor durumda olup sistemi neredeyse kötürüm bir vaziyet resmediyordu. Bu durumun bir çıktısı olan fetih ise 'küçük balığın büyük balık tarafından yutulması' metaforuyla değil, 'doğanın boşluk kaldırmazlığı' ilkesiyle açıklanabilir.

Fetih harekâtı esnasında sahip olunan askeri kaynaklar, orduların durumu:

     Osmanlıların barış zamanındaki kuvvetlerine baktığımız zaman 170.000 kişilik bir kara gücüne hükmettiğini biliyoruz, bu kuvvetlerin yekunen fetihte kullanılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Osmanlı askeri gücünde etkisinin çok az olduğu bir alan olan denizcilik, 2. Mehmet'in Konstantinopolis'in denizden de kuşatılmadan düşürülemeyeceğini hesaplamasıyla yeniden ilgi ve alakaya mazhar olan bir alan olmuştur. 2. Mehmet'in direktifleriyle Gelibolu'da kurdurduğu tersane ile birçok gemiler yaptırmış ve aşınmaya yüz tutanları ise iyileştirilmelerini sağlamıştır. Bu sayede Osmanlı deniz gücü Marmara ve Karadeniz'de geleneksel Bizans ve Cenevizlilere karşı üstünlük kurmuş, mevcudu da 20.000 kişiye ulaşmıştır. Tüm bunlara bir de 'Osmanlı Savaş Makinesi'ne kılavuzluk eden istihbarat mekanizması da eklendiği zaman oluşan harekât kabiliyetinin düşman için ne derece aleyhte bir durum olduğu açıktır. Osmanlı donanmasını incelediğimiz zaman ise elimizdeki veriler şu şekildedir; Donanma 18 adedi 3 sıra, 8 adedi 2 sıra kadırga ile 25 taşıma gemisinde  ve 300'den fazla küçük gemilerden yani toplam olarak 400'ü aşkın gemiden kurulmuş idi. Bu donanma 'kış mevsiminde' Amiral Baltaoğlu'nun emrinde, -Baltaoğlu limanı denilen yerde- teçhiz edilmişti.

     Bizans İmparatorluğunun kuvvetleri ise Konstantinopolis'teki Bulgar, İtalyan, Fransız, Mora'lı lejyonerlerden -paralı profesyonel askerlerden- oluşan kuvvetlerdi. Hammer'in verilerine göre bunların sayısı 8000, diğer kaynaklara göre ise 7000-9000 arasındadır. Bununla birlikte Rum donanmasının nicel mukayeseyle cılızlığı nitel olarak üstün olsa da, Osmanlılara karşı direnci azaltan bir diğer faktördür. Buna rağmen Rumlar kale savunmalarında işi sıkı tutarak taarruzu bertaraf edebileceklerini hesaplıyorlardı. Rum donanması ise; Kalyon denilen ve Venedik tüccar gemilerinden olup Balyos'un - Venedik Cumhuriyeti'nin Konstantinyye'deki elçisi-, Tanayis (Azof) ve Trabzon'a eriştiklerinde durdurduğu 3 gemi ile 3 Ceneviz gemisi, 1 İspanyol, 1 Fransız, 4 Kandiyeli ve 2 Hanyalı gemiden, yani toplam olarak 14 gemiden oluşuyordu.

Osmanlıların harekât planları, Bizans kuvvetlerinin savunma planları:

     Sultan Mehmet II.'nin harekât planlarında asıl üzerinde durduğu kesim topçu bataryalarıydı. Bizans'ın aşılmaz surlarını toplarla bertaraf etmek için büyük bir eforla uğraşması bunun açık delilidir. Topçu kuvvetlerin durumuna bakıldığı zaman Macar topçu ustası Urban'ın kuşatma öncesinde Sultan Mehmet'e tabii olması ile bu kuvvetler büyük atılımlar yapmışlardır. Öyle ki bu topların gülleleri yaklaşık 12 karış kalibreye ulaşmış, düştükleri yerlerde açtıkları gedikler ise 2 kulaçlık bir tahrip gücü mesafesine kadar geliştirilmişti. Başkomutan Mehmet II'nin topçu bataryalarına ilişkin planları ise şu şekildedir: Blaherna Sarayı karşısında 3 toplu batarya, Edirnekapı karşısında 2 toplu batarya, Topkapı karşısında 4 toplu bir batarya, Silivrikapı karşısında ise 3 toplu batarya yerleştirilerek, toplar tehdit menzilleri istikametinde bu şekillerde konuşlanmıştır. Bu düzen içerisinde toplar hem akınları destekleyecek hem de deniz üzerinden gemileri bertaraf edeceklerdi. Tarihi ve askeri belgelerden ulaşılan bilgilere göre, II. Sultan Mehmet - Fetih zamanına kadar ki- tarih içerisinde bu denli yıkıcı bir topçu gücüne erişen tek hükümdardı. Karadeniz'den hiçbir donanmanın ya da geminin izinsiz gelemeyecek olması ve Bizans donanmasının da görece aczi Osmanlı donanmasının güvenli bir ortamda savaşmasına imkân veriyordu. Bu atmosfer içerisinde gemiler Konstantinopolis kıyılarını ablukaya almışlar, giriş ve çıkışları ise tamamen kontrol edebilir hale gelmişlerdi.

     Bizans kuvvetleri ise Kara cephesi, Haliç kıyı cephesi ve Marmara kıyı cephesi olmak üzere üç kısımdan müteşekkil bir vaziyette savunma hazırlıkları yapıyorlardı. Bu aşamada değerlendirilecek olursa 2 Nisan günü Bizans savunmasında unutulmayacak bir gün idi. İmparator Konstantin'in emri ile  Venedikli Bartholomeo Soligo, ünlü zinciri Haliç'in ağzına gererek burasını kapatmıştı. Haliç'in böylesi zamanlarda taarruzlar için stratejik bir geçit olması bu zincirle sürekli kapatılmasına neden olmuştur. Bunun içindir ki; o zincir 717 yılından beri kullanılan bir zincir olmakla birlikte ilk kez fetih kuşatması esnasında kullanılmış değildir. Bu şekilde Osmanlı kuvvetlerinin taarruzunun her an başlayabileceği varsayımıyla Bizans donanmasına ait büyük gemiler zincirin yanına konuşlanarak 'pusuvari' bir pozisyonda bekleşiyorlardı. Silahsız olup, savaşın mukadderatında etkisi çok az olabilecek küçük gemiler ise kıyılara çekilmiş yalnızca saldırılar bekleniyordu.

Kuşatmanın başlaması, planları işleyişi, tarafların kazanımları ve yitirdikleri:

     12 Nisan günü hedeflenen surlar önüne yerleştirilen Osmanlı topçusu ateşe başladı. Orta şiddetteki toplarla üçgen bir işaretleme ve yıpratma tarzı ile başlayan bombardımanda oluşan üçgenin orta yerine ağır toplarla ateş edilerek surların yıkılması sağlanıyordu. Bu bombardıman sırasında ise Urban'ın yaptığı devasa toplardan birisi yeterince soğumadan ateşlendiği için atış esnasında parçalanarak bir herc-ü merc hali yaratmış, bu kısmi kaos ortamında ise topun mühendisi Urban da parçalanmıştı. Bununla birlikte taraflar karşılıklı olarak birbirlerine ok, taş ve mancınıkların fırlattığı güllelerle saldırıyorlardı. Osmanlı piyadesinin surlara yanaşması ise Rum Ateşi -Grejuva- kullanılarak zorlaştırılıyor ve savunma durumdaki Bizanslılar surlarda açılan gedikleri ivedilikle tamir etmeye çalışıyorlardı. Bu şekilde devam eden kara hücumlarıyla birlikte savaşın gidişatını en çok etkileyen deniz savaşları olmuştur. Osmanlı donanması stratejik konumu yüksek olan kalelere düzenlediği taarruzlar ufak tefek başarılar elde edilip, kalelerden bazıları ele geçirilse bile çoğunlukla püskürtülmüş olup bu püskürtülüşler herkeste bir düş kırıklığı ve moralsizlik yaratıyordu. Bu kısmi hezimetlerin yarattığı moralsizlikle Sultan Mehmet II., 20 Nisan yenilgisinden sonra bir gözünü o gün kaybeden Kaptan-ı Derya olan Baltaoğlu Süleyman Bey'i yere serdirip topuzlatmış ve hiddeti geçmemiş bir şekilde bir azaba da yüzünü ezdirmiştir. Bu tür kısmi mağlubiyetlerin yarattığı tedirginlik üzerine, diyalog arayışları içerisinde olan Çandarlı Halil Paşa barış yapılmasını önermiş ve Fatih'in dikkatini çekmiştir. Özellikle 20 Nisan'da yapılan deniz taarruzuna rağmen operasyonun menfi bir şekle bürünmesi ve gerili durumda bulunan Haliç'teki zincir sayesinde kaçmayı başaran gemiler Sultan'ın alternatifler üzerine yoğunlaşmasını sağlamış ve tarihe geçen bir teşebbüsle  bu olumsuzluğu gidermeyi başarmıştır. Çözüm olarak belirlenen gemilerin karadan geçirilmesi fikri ise, daha önceden hesaplanan ve Sultan'ın kurmaylarıyla yaptığı bir beyin fırtınası sonrasında alınmıştır. Bu durum ise Türk Harb Tarihinde ilk kez yaşanan bir olay değildir. Zira Umur Bey'in kumandasındaki ordular 1399-40 seferinde gemilerini Korent Berzahında karadan geçirmişlerdi.

     22 Nisan'da başlayan gemilerin karadan hareketinde kullanılan malzemelerin Galata'da ki Cenevizlilerden sağlanması ise tuhaf bir durum arz etmektedir. Zira Cenevizlilerin bir kısmı hala Bizans saflarında çarpışıyorlardı. Bu malzemeler ise yuvarlak ağaçlar, donyağı, zeytinyağı ve değişik kaygan materyallerden oluşuyordu. Gemilerin karadan Haliç'e inerek Bizans üzerindeki tehlikeli tesirlerine Bizans'ın strateji üzerine çalışan akil adamları, bu gemilerin bir an evvel yakılmasını istemişlerse de Haliç'e giren donanmayı püskürtme girişimlerinde başarısız kalmışlardır.

     Son öldürücü hücum -26 Mayıs- da başlayıncaya kadar, Osmanlı donanmasına ait bir kısım gemilerin Haliç'ten kaydırılması öncesinde, Osmanlıların -genel olarak- ecel terleri dökmesi "başarısız" bir gidişat olarak karşımızda durmaktadır. Ama gemiler Haliç'e inince, kuşatmanın mukadderatı Bizans aleyhine devam etmiştir. Bundan sonra Bizans'ın 'can hıraş' savunması başlayacaktır, matematiğin kendisini gösterdiği bir süreç olan son zamanlarda ise sayı üstünlüğü direnişi kırmak için yeterli olmayacak ve Bizans'ın uğraşları nafile bir çaba olarak kalmaya mahkûm olacaktır.

     Kuşatma sonrasında tarafların kayıpları incelendiğinde ise; Bizans'ın 50.000'den fazla esir ve 4000 civarında da ölüsünün olması gibi bir tablo oluşurken bu sayılar Osmanlı kuvvetlerinde ise 5000'i aşkın kayıp olduğu dile getirilir.

     İstanbul 29 Mayıs 1453'te resmen fethedildikten sonra, fethin etkileri uzun bir süre -içeride ve dışarıda- devam etmiştir. Fetih, Osmanlı Askeri Sistemi'ni morallendirmiş ve kapsamlı bir deneme olmuştur. Kıtaları aşan Osmanlı askerinin moralini İstanbul'un fethinden aldığı ise kuvvetle ihtimaldir. Fetih sonucunda büyük güçler arasında stratejik denge Osmanlı yönetimi lehine dönmüş, rüzgarlar arkadan esmeye başlamıştır.
Devamını oku →

16 Şubat 2015 Pazartesi

4. SINIF MATEMATİK SAYFA 105 KESİRLERİ KARŞILAŞTIRALIM, SIRALAYALIM - TUTKU YAYINCILIK

Kesirleri Karşılaştıralım, Sıralayalım

Gerekli malzemeler: kesir takımı, kâğıt, kalem, cetvel, kareli kâğıt.

1. Kesir takımındaki bir bütünü belirten tüm parçaları sırasıyla alt alta yerleştiriniz.


Soru: 1/2 ve 1/8 modellerinden hangisi daha büyüktür?


Cevap: Kesir takımlarından 1/2'yi ifade eden parça ile 1/8'i ifade eden parçalardan birer tane alıp yan yana koyup karşılaştırdığımız zaman 1/2 modelinin daha büyük olduğunu anlarız.

Soru: 1/3 ve 1/6 modellerinden hangisi daha küçüktür?


Cevap: Kesir takımlarından 1/3'ü ifade eden parça ile 1/6'yı ifade eden parçalardan birer tane alıp yan yana koyup karşılaştırdığımız zaman 1/6 modelinin daha küçük olduğu görülür.

2. Kesir takımındaki 1/2 modelinin üstüne 1/10 modellerini kullanarak aynı büyüklükte eşitleyiniz.


Soru: 1/2 modeliyle eşitleyebilmek için kaç tane 1/10'lik model kullandınız?
Cevap: Yukarıdaki fotoğraftan görüldüğü üzere 1/2 modeliyle eşitleyebilmek için 5 tane 1/10'luk model kullandık.

Soru: 1/2 ve 5/10 kesirleri birbirine eşit midir? Açıklayınız.
Cevap: 1/2 ve 5/10 kesirleri birbirine eşittir. Yine yukarıdaki fotoğrafta göreceğiniz üzere 1/2 modeliyle eşitleyebilmek için 5 tane 1/10 yani toplamda 5/10 kullanmış olduk ve 1/2 modeliyle eşitledik. O halde 1/2 ile 5/10 eşittir diyebiliriz.

3. Kareli kağıda bir sayı doğrusu çizerek sayı doğrusu üzerinde 2/5, 3/5, 4/5 ve 2 tam 1/5 kesirlerinin yerlerini işaretleyiniz.


Soru: Sayı doğrusu üzerindeki yerlerine göre verilen kesirler büyükten küçüğe doğru nasıl sıralanır? Anlatınız.

Cevap: Sayı doğrusu üzerindeki en büyük kesir en sağdaki kesirdir ve sol tarafa doğru gittikçe kesirler küçülür. Sıralama buna dikkat edilerek yapılmalıdır.

4. Kareli kağıda yeni bir sayı doğrusu çözerek sayı doğrusu üzerinde 6/4, 6/6, 6/8, ve 1 tam 6/6 kesirlerinin yerlerini işaretleyiniz.



Soru: Sayı doğrusu üzerindeki yerlerine göre verilen kesirler küçükten büyüğe doğru nasıl sıralanır? Açıklayınız.

Cevap: Sayı doğrusu üzerindeki en küçük kesir en sol taraftaki kesirdir ve sağ tarafa doğru gittikçe kesirler büyür. Sıralama bu hususa dikkat edilerek yapılmalıdır.

Devamını oku →

4. SINIF MATEMATİK SAYFA 104 DERS KİTABI SAYFA 104 Alıştırmalar - Tutku Yayıncılık

ALIŞTIRMALAR

1. 3/5 olarak modellenen kesir aşağıdakilerden hangisidir?


Doğru cevap C. seçeneğidir.

2. Verilen kesirlerin çeşitlerini ve okunuşlarını yazınız.

a.
Çeşidi: Basit kesir. Okunuşu: İki bölü beş veya beşte iki.



b.
Çeşidi: Bileşik kesir. Okunuşu: Altı bölü altı veya altıda altı.





c.
Çeşidi: Basit kesir. Okunuşu: Sekiz bölü on dört veya on dörtte sekiz.
ç.
Çeşidi: Basit kesir. Okunuşu: On iki bölü yirmi sekiz veya yirmi sekizde on iki.
d. 
Çeşidi: Basit kesir. Okunuşu: Yirmi altı bölü kırk veya kırkta yirmi altı.
e. 
Çeşidi: Tam sayılı kesir. Okunuşu: Yedi tam üç bölü beş veya yedi tam beşte üç.

3. Sayı doğrusu üzerinde belirtilen D, N, Z, ve Ö noktalarına karşılık gelen kesirleri yazınız.























Devamını oku →

SAĞLIKLI BİR TOPLUM İÇİN OLMAZSA OLMAZ: AİLE VE AİLE EĞİTİMİ

“Aile toplumun özüdür. Onu tahribe yönelen her şey; toplumun tahribine yönelmiş demektir.” (Samuel Butler)

     Aile; milli dini, toplumsal bütünleşmenin başlangıç noktası olduğu gibi Allah’ın en muhteşem sanat eseri olan “insan”ın üretildiği ve eğitildiği yer mahiyetindedir. İnsan yetiştirmenin ilk birimi olan ailede, eğitim, bir bütün olarak verilirse sonraki eğitim aşamalarında birey eğitim basamaklarını başarıyla tamamlar. Bu eğitim; yani fikri, ruhi, bedeni ve ahlaki eğitim iyi verilmemişse bireyin toplumda yaşadığı bütün birimlerde kısmen de olsa sorunlar yaşanır.

     Aile, bir iş bölümü ve dayanışma birliğidir. Toplumun en küçük birimi olan ailede, bireylerin üzerine düşeni bilmesi ve yapması, hem insani bir vecibe hem de huzur ve mutluluk temini için olmazsa olmaz bir durumdur.

     Aile bireylerinin ayrı ayrı görev ve sorumlulukları vardır. Bu görev ve sorumluluklar bilindiğinde, yaşandığında ve yapıldığında huzur ve mutluluk kapıları sonuna kadar açılır. Nitekim orada sevgi, saygı, sabır ve hoşgörü vardır. Bunlar Allah rızası için yapıldığında da ibadet hüviyetine dönüşür. Artık o ev cennet bahçelerinden bir bahçedir ve bireyi her türlü kötülüklerden, insi ve cin’i şeytanlardan koruyan bir kaledir.

     Aile; tolumun köşe taşıdır. Köşe taşı çıkan bir toplumun ayakta durması düşünülemez.

     Türk Kültüründe Aile

     Türk milleti için aile, kutsal bir müessese ve milli istikbalin teminatı konumundadır. Ailenin toplum yapısıyla olan güçlü irtibatı, onun sosyal yanını da ortaya çıkarmaktadır. Sosyal yapı olarak ailenin görevlerini ise iki temel esasta toplamak mümkündür.

1.    Ailenin biyolojik görevi; neslin devamını sağlamak

2.    Toplumun değerlerini ve kültürünü; korumak ve yaşatmak

     Bu önemli görevleri yüklenmiş olan ailenin fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden ideal yapıda olması toplumun sağlıklı olabilmesi için vazgeçilmezdir. Aile kurumunun temelinde olan sorumluluk ve aidiyet duygusu, aile içinde güven ve güç kaynağı yarattığı gibi bu psikoloji, topluma da yansımakta ve milli dayanışmaya da kaynak teşkil etmektedir.

     Türk milleti köklü ve zengin bir tarihe sahiptir. Dolayısıyla çeşitli coğrafyalarda ve değişik dönemlerde, farklı sosyal yapılara rastlanmaktadır.
     Bilinen en eski yazılı kaynağı olan Orhun kitabelerinde oğuş olarak geçen aile, Türk toplumunun çekirdeği durumundadır. Aile kurmanın şartı olarak ise evlilik müessesi kabul edilmiş, bunun dışında başka bir fonksiyona Türk töresi izin vermemiştir. Bu yapıda baba otoritesinin geçerli olduğu, hukuki bir temele oturan aile içi bir düzen oluşmuştur.

     Anne saygısına bilhassa önem verilmiş ve anne, kararlarda söz hakkına sahip olmuştur.
     Tarih içinde öneli değişiklikler yaşanmışsa da bugün ailelerin Türk toplumu içindeki konumu ve önemi özde aynıdır. Bunun bir iz düşümü anlamında; Türk devleti “baba” olarak adlandırışmış vatan ise “ana” olarak nitelendirilmiştir.

     Türk Aile Yapısını Bozmaya Yönelik Çalışmalar

Teknolojinin hızla gelişmesi sonucunda aile yapısının da aynı oranla bozulduğu bir dünyada; örnek gösterilen Türk aile yapısın çözülmeye başladığı hepimizin malumudur.

     Son dönemlerde Türk kültürü ve İslam ahlakına uygun olmayan, hepimizin bildiği diziler, programlar her akşam televizyonlarda yayınlanmakta ve daha da kötüsü reyting rekorları kırmaktadır. Bu dizilerin bazıları gençlerimizi şiddet eğilimi, mafya-kabadayı olma hayalleri içerisine hapsederken bazıları ise çarpık ilişkileri, gelenek ve göreneklerimize aykırı hareketlerde bulunmayı teşvik edicidir. Yine son dönemlerde oldukça yaygınlaşan evlendirme programları, bilinçsiz ve sağlıksız aile kurmaya yönelik çalışmalardan biridir.
     Şu cümleler bütün bu meseleyi özetler mahiyettedir
:
     “Televizyon seyrederken ‘gözlerim kızarıyor’ diyen birisine diğeri ‘Benim de yüzüm kızarıyor’ demiş.” Program yapımcısı, televizyon müdürüne telefon ederek:

-       RTÜK’ten aradılar efendim, dedi. Şu anda oynayan filmin müstehcen olduğunu belirtip ikaz ediyorlar. Bir diyeceğimiz var mıydı?

Müdür:

-       RTÜK falan bırak be kardeşim, diye gürledi. Koltuğuna kurul da filmi seyret. Kişisel haklarımıza karışmasınlar.
Program yapımcısı, filmin ortalarında tekrar telefon ederek:
-       Bazı vakıflardan aradılar efendim, dedi. Oynatmakta olduğumuz filmin gençlerin ahlâkını bozduğunu ve onları kötü yola ittiğini söylüyorlar. Bir diyeceğiniz var mıydı? Müdür yine gürleyerek:

-       Kişisel haklarımıza karışmasınlar yahu, diye tekrarladı. Bizim de çocuklarımız var. Hatta kızım, şu anda erkek arkadaşı ile seyrediyor bu filmi.

Adam, filmin sonunda bir kere daha telefon ederek:

-       Karakoldan aradılar, efendim, dedi. Kızınız, erkek arkadaşı tarafından tecavüze uğramış. Bir diyeceğiniz var mıydı?” (Cüneyt Suavi, Hayatın İçinden, s.70)

     Bununla birlikte uydu vasıtası ile çok önemli ve de bir o kadar tehlikeli çalışmalar yapan ifsat şebekesi “25. Kare” diye adlandırılan, insanların biliçaltına hükmeden –kanunen yasak olmasına rağmen- bir uygulama içine girmişlerdir. Peki, nedir bu 25. Kare?

     Sinema, televizyon veya reklam filmleri ya da her türlü televizyon programı 24 kare resmin bir saniye içinde art arda gelmesiyle hareketli hale gelir. İnsan gözü art arda gelen bu 24 kareyi algılarken, bunların arkasına yerleştirilen 25. Kareyi algılayamaz. İnsan, algıladığı kareler hakkında yorum yapabilir, ondan etkilenip etkilenmemeyi seçebilir. İnsan gözünün algılayamadığı 25. Kare ise kontrolsüz olarak beyne gider ve insan bilincine yerleşir. 25. Kare genellikle yazı şeklindedir ve bu efekt “algılama dışı uyarıcı” olarak da isimlendirilir. 25. Kare program yapımcıları tarafından insanları yönlendirmede kullanılabilir. 25. Kare ile insanları, herhangi bir fikre veya eyleme, belli bir adaya oy vermeye, bir ürüne bağımlılığa ya da başka bir amaç doğrultusunda yönlendirerek beyinleri yönetmek mümkündür.

     Bu uygulamayla; herhangi bir program ya da reklâmın içeriğine ahlak bozucu görüntü, yazı vb. öğeler yerleştirilip toplum olarak hassasiyetlerimizi yok etmeye yönelik çalışmalar yapılabilmektedir.

     Sonuç

     Bütün bu psikolojik etkilemeler arasında kalan bir bireyin; kendini tanımlayamaması, kişiliğini oturtamaması, kültür karmaşası içerisinde kendi kültürünü bulamayıp yozlaşma anaforuna sürüklenmesi kaçınılmaz olmuştur.

     Bugün çokça şikâyet ettiğimiz; yolsuzluk, suiistimal, rüşvet, nezaketsizlik, hoşgörüsüzlük, ahlaksızlık, sapıklık, satanistlik, uyuşturucu müptelalığı, kolay para kazanma amacıyla gayrı meşru yollara sapılması, dayanışma eksikliği, sosyal çözülme, aile bağlarının zayıflaması, dirlik ve düzenliğin, birlik ve beraberliğin olmayışı, doğrudan ve dolaylı bir şekilde değerler eğitiminin eksikliğinden kaynaklanmaktadır.

     “Eğitim anne dizinde başlar; her söylenen sözcük, çocuğun kişiliğine konan bir tuğladır.” Hosoa Ballow

     Kişiliği sağlam, milli ve manevi değerlere duyarlı, vatanına ve milletine faydalı bir bireyin yetişmesi –mutlak suretle- öncelikle aile eğitimiyle mümkündür.

     Çocukların olumlu ya da olumlu yetişmeleri, içinde bulundukları ve geliştikleri ortamın durumuna bağlıdır. Bir anne-baba için iyi çocuk yetiştirmenin ilk basamağı, çocukların her davranışından, çevreden ve okuldan önce kendilerinin birinci dereceden sorumlu oldukları bilincine varmaları gereklidir. Çocuk ev ortamında “konuşmayı” kendi kendine birinin ona özellikle konuşmasını öğretmesine gerek kalmadan öğrendiği gibi her türlü tavır, davranış ve düşünceyi de ev ortamında tabii olarak alır. Çünkü öğrenme hemen çocuğun doğumuyla başlar.

     Her toplumun ve milletin kendine özgü ve onu diğerlerinden ayıran bir kimliği vardır. Kimlik, nitelikler toplamıdır. Sözü edilen nitelikler milli ve manevi değerlerdir. Toplumsal değerler aynı zamanda o toplumun kültürü anlamına gelir. Şurası da bir gerçektir ki, her toplum kendi varlığını sürdürme adına merkezi değerleri korumalı, eğitim yoluyla da bunları yetişen kuşaklara aktarmalıdır. Değilse o toplum için kimlik erozyonu, dolayısıyla tarih sahnesinden silinme kaçınılmaz olacaktır. Atatürk’ün “Mukaddesleri olmayan bir toplumda ölçü olmaz.” Sözü bütün bu olumsuzlukların tek cümleyle açıklanmasıdır.

     Atatürk; “Memleketimiz, toplumumuzu gerçek hedefe, mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin geleceğini yoğuran kültür ve irfan ordusu… Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak kültür ve irfan ordusuna bağlıdır.” demektedir. Bu “irfan ordusu”nu yetiştirmek ve eğitmek ise tamamıyla aile eğitimden geçmektedir.


     Bu durumda, çocuklarımızı; milli ve manevi değerlerine bağlı, ahlaklı bir yapıya sahip olacak şekilde yetiştirmeliyiz.
Devamını oku →